30 Eylül 2012 Pazar

Anneler... Ne Zamandan Beri Kendi Başınıza Sevdiğiniz Bir Şeyi Yapmıyorsunuz?

Benim de her çalışan anne gibi hem özel hem de iş hayatımdaki yoğunluktan, evde devamlı bir yardımcımın olmamasından, bazen hastalıklardan, yerine getirmem gereken sorumluluklarımdan ve daha birçok sebepten dolayı  kafa karışıklıklarım ve bedensel yorgunluklarım oluyor.

Kızımı sabahları okula götürüp, oradan da işe yetişme telaşıyla zaman zaman  trafik canavarına dönüştüğümü  hissedebiliyorum.

Evin altı üstünde, bulaşıklar yığılmış olduğu halde parmağımı kıpırdatacak halim olmadığı günleri de çok biliyorum.

Hele hele kızım hasta olduğunda dünya tamamen onun etrafında dönüyor...

Eşimle beraber başbaşa sinemaya gitmeyeli, elele tutuşup sahilde yürümeyeli kim bilir ne kadar oldu?

Aralarda  ufak tefek birşeyler yapmasak neredeyse iş, evdeki sorumluluklar ve ailem-kızım için yaşıyorum diyebilirim...

Zaman zaman bu duruma isyan ettiğim oluyor ama kendi kendime...

Geçenlerde “Ustaca yaşamak” isimli bir yazı okumuştum. Yazının sonuna doğru  “Silkelenin kendinize gelin, tekrar ettiğiniz şeylerin sonu yok, ama hayatın sonu var. Koşuyorsunuz da nereye?”  diyordu...

Bütün kadınlar bunun  böyle olduğunu biliyoruz ama elimizden birşey gelmiyor...

Bu konuda kendimi iyi hissettirecek, birçok insana  göre küçük ama kendim için büyük adımlar atmaya başladımJ

Sabah uykusundan bir saat kadar feragat edip, deniz kenarında yürüyüş...

Özellikle haftasonları geniş vakitlerde evdeyken kızıma –hiç vicdan azabı çekmeden- “biraz da kendi kendine oyna, şimdi ben kendime vakit ayıracağım” diyerek, kahve eşliğinde biraz kitap, biraz dergi, biraz elişi...

Saça ve cilde bakım, denemek istediğim tarifler için mutfağa biraz daha fazla vakit ayırma...

Sırada çok şey var ama yavaş yavaş hayata geçirilmek üzere bekliyorlar beni... Hayatımda sevdiklerimi ihmal etmeden, kırmadan, üzmeden...

Hadi şimdi “Ustaca yaşamak” isimli yazının tamamını okuyun...


******

Kendinizi bezgin ve yorgun hissediyorsunuz... Aynı zamanda tahammülünüz azalmaya başladı ve öfke patlamalarınız oluyor. Bunlara pek mutlu olmadığınız duygusu da eşlik ediyor. Trafikte öfke katsayınız daha da artıyor ve sizinle yolculuk edenler sık sık sizi uyarma ihtiyacı duyuyor...

Bunlar size tanıdık geldi mi? Ne oluyor size? Niye herşey üstünüze üstünüze geliyor? Niye patlamaya hazır bir bomba gibi dolaşıyorsunuz ve bundan nasibini en çok eşiniz ve çocuğunuz alıyor?

Tekrarlar, tekrarlar... Hergün aynı düzen içinde hayatın akıp gitmesi ve ev, iş, televizyon üçgeninde bir yaşam.

Yıllar önce bir film seyretmiştim; hergün aynı rutinde yaşayan bir adamın hikayesiydi ve bir sabah uyanıp aynaya baktığında; "Yine ben" diyecek kadar kendinden sıkılmıştı. Gerçi başka bir filmde de adam sabah uyanıyordu ve uyuyan karısına bakıp; "Yine sen" diyordu ki bunu da işin mizahi tarafı olarak düşünelim.

Evli çiftlerle çalışırken farkettiğim birşey var. Çiftlerden herhangi biri kendine zaman ayırma konusunu ciddi bir şekilde ihmal ediyor. Kendi bireysel alanı yok! Hatta ne yapmaktan hoşlanırdı onu bile unutmuş. Kadın olan taraf çocuğundan ayrı bir program yapsa, çocuğuna karşı suçluluk duyuyor. Erkekler ya çok işkolikler ve eve bile iş getiriyorlar ya da akşam eve gelince kafayı televizyonla boşaltmayı tercih ediyorlar.

Beyler, hanımlar! Ne zamandan beri kendi başınıza sevdiğiniz bir şeyi yapmıyorsunuz? Çocuklara bir formül bulup onlar olmadan birlikte başbaşa vakit geçirmeyeli ne kadar oldu? Bir hobiniz var mı? Sanatla ne kadar ilgileniyorsunuz? Büyük şehirler hele İstanbul, İzmir ve Ankara bu konuda bir cennet. 

Sahiden ruhunuzu nasıl besliyorsunuz?

Hayat bir nehir gibi akıp gidiyor değil mi? Bu nehirin beslendiği kollar olmazsa nehir kurumaya yüz tutar, debisi düşer. İnsan ruhu da böyledir, eğer onu beslemezseniz cansızlaşır, yoksullaşır... Sokaktan, hayattan, doğadan, sanattan, insandan beslenecek ruhumuz. Yani dosttan, güzel bir sesten, bir piyanodan, bir kemandan, sinemadan, kitaptan, oyundan, danstan, kırdan, bahçeden, denizden, kuştan, böcekten, çiçekten...

Sevgilinin dizinden, nefesinden, saçınızda gezinen elinden... Besliyor musunuz ruhunuzu? 

Birisine dokunmak aynı zamanda ruhuna dokunmaktır, ne kadar dokunuyorsunuz sevdiğinize... Hadi bir düşünün; çocuğunuza, eşinize, sevgilinize yeteri kadar dokunuyor musunuz? Dokunmanın hem onlara hem size ne kadar iyi geldiğini biliyorsunuz, sadece yapmaktan utanıyorsunuz, çünkü size de yapmadılar veya yapıyordunuz da bıraktınız; iş, güç, hayat işte bıraktınız!

Yapmayın, kendinize bunu yapmayın! Silkelenin kendinize gelin, tekrar ettiğiniz şeylerin sonu yok, ama hayatın sonu var. Koşuyorsunuz da nereye? Nihai son elbette ölüme. Şöyle oturup da bir ölüme yazgılı olduğumuzu da düşünmek zorundayız ki yaşamımıza anlam katan şeylere sahip çıkalım. 

Kayaların arasından fırlayan yeşil otlar gibi, hayatımızı yaşanılır kılan güzelliklere sahip çıkalım ve onları deneyimlerken kendimizi bırakalım, teslim olalım. "Görev adamı" olmanın dışında da bir hayat var ve bize ihtiyacı olanlar var. Onlara da yetebilmek için önce kendimiz mutlu olmalıyız, gevşemeli, rahatlamalıyız.

Sizin hayatınız tek ve çok değerli, en önce mutlu olmayı hak görün, sonra ihtiyacınız olan şeyleri bir bir hayatınıza katın.
Uzm. Psikolog, Psikoterapist Ruşen Nur Arıkan

2 yorum:

  1. Merhaba,ne kadar güzel bir yazı bu,oğlum kucağımda okudum;yine okuyacağım.Ellerinize sağlık:)Hemen gidip saçımı tarıyorum,maske de yapacağım.Yığınla ütüm var ama olsun:))

    YanıtlaSil
  2. Şu ev işleri o kadar fani ve sonu gelmez işler ki... Kadınların önceliklerin iyi belirlemesi lazım... Bir de anneanne veya babaanneye yakın oturmalı diyorum:)

    YanıtlaSil

LINKWITHIN

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...